13 Ağustos 2009 Perşembe




Yıllar yılı insanları gözlemlemiş, ve çoğunlukla da insanları yüzlerine bakarak tanımaya, onların karakterlerini ayırt etmeye alışmıştım.

Sevdiğim, saydığım ve değer verdiğim insanların yüzlerindeki her ifadeyi konuşmadan anlar olmuştum.

İletişimde bulunduğum bu insanlar da beni her halimden konuşmadan anlıyorlardı.

Fakat ne yapacağımı bilemediğim, nasıl davranacağımı kestiremediğim zamanlar da olmuyor değildi. Zannediyorum ki böyle zamanlar benim yada iletişimde bulunduğun insanların iletişime kapalı olduğumuz zamanlarda oluyordu.

Ara sıra böyle oluyor. Hislerimizi belli etmek istemediğimiz zamanlar bunlar.

Böyle yapmak mı gerekiyor bilmiyorum.

Böyle davranmak belki de zararı ziyanı en aza indirebilir. Mesela öfkeliysek belli etmemek, üzgünsek ağlamamak, gülmek zamanı gelmişse ve gülmemek gerekiyorsa.

Zaten oldum olası duygularımı sözle ifade etmekte zorlanmıştım. Yazmak isteğim o zaman başladı.

Ama konuşmalı diye düşünüyorum bugün,

Zararı yok, birisine kızgınsam söylemeliyim, (sinirim geçince tabi) rahatsızlık duyduğum bir durumda “şu harekete üzüldüm demek”, mutluluğu paylaşmak, sıkıntıyı aktarmak, bu kadar zor olmamalı,

Eksik aksak taraflarımız var, sözlerimizde de bu geçerli, ya karşımızdakini kırarsak, üzersek, ya yanlış anlaşılırsak diye söylemediklerimizde ruhumuz suskunluğa alışıyor.

Bir düşünürün sözü vardı. “Konuşmazsak sözcükleri kaybederiz” diye. Çok haklı görüyorum bu kelimeyi,

Öyle zamanlar oluyor ki hem ailemizle hem de hayatımızdaki diğer insanlarla iletişimi kestiğimizde ve aradan zaman geçince künt hale geliyoruz. Kelimeleri kaybettiğimiz gibi ruhumuzdaki kavrayışlar da bitiyor. Tabiri yerindeyse bir nebattan farksız oluyoruz.

Ne demiş büyüklerimiz. insanlar konuşa konuşa...

nilüfercicegi 08.08.2009

2 Ağustos 2009 Pazar

YEŞİL MAVİ TUTKUSU


Yeşil de kendine çekti insanları, mavi de,

Hangisi daha çok seviliyoruz diye dalga geçtiler birbiriyle,

Halbuki ikisi de ayrı ayrı mutlu ediyorlardı insanları,

Karar verdiler elele verip insanları daha da mutlu edeceklerdi.

Polonezköy'deki ortancalardı renklerin tutkusunu bana anımsatan.

Mavi renkli çiçekler ilgimi çekerdi eskiden beri, doğaya uyumsuz gibi görünseler de gerçektiler ve bir şaheserdiler.

O yüzden uzun zamandır nerde mavi bir çiçek görsem fotoğrafını çekiyorum.

Çiçeklerin mavisi, ağaçların yeşili derken bir de suyun yeşili mutlu etti beni, Ağva'da üzerinde tekne turu yapılan Göksu ve Yeşilçay da bir doğa harikası,


Tabi diğer renkleri de unutmamak lazım,
Şile'deki japon çiçekleri de doğaya başka güzellikler katmıştı.
Dünyanın İkinci büyük feneri olan Şile fenerine giderken yolda karşıladılar bizi,
al-kırmızı gülümsediler, fenerden önce onları yakaladı objektifler,
Şile'nin nemli havasından sonra Ağva daha serin geldi bize,

Köyceğiz ve Dalyan'da olduğu gibi nehirde seyahat etmek, hem de tatlı su ve tuzlu deniz suyunun birbirlerine karıştığı yere tanık olmak da sahip olunan ülke güzelliklerinin farkına varmamız konusunda düşündürdü.

Nehir suyu önde,
deniz suyu ise kumsalın arkasında. Şilenin kayalıklı denizi,

Kerpe'nin merdiven misali oyulmuş kayalarından denize bıçak gibi kendini bırakan yüzme meraklıları,


Türkiye'nin görülmesi gerekli ne de çok güzellikleri varmış diye düşündürdü beni.

Ve dönüş yolunda insan eliyle yapılmış ışıklı bir mavi ağaç da ilgimi çekti.

RENKLER MİYDİ, YOKSA

ONLARI GÖREBİLİYOR OLMAK MIYDI?

İNSANI MUTLU EDEN..!