31 Aralık 2007 Pazartesi

YENİ YIL

Çeşitli koşturmacalarıyla, mutluluğuyla, hastalığıyla sağlığıyla, hüznüyle sevinciyle bir yılı daha kattık eski yıllar tombalasına.

Yeni deyince aklıma hep umut, sevinç sürpriz, dostluk, arkadaşlık ve paylaşmak geliyor. Her yeni, umutla sevinçle gelsin, gelsin de paylaşalım insanlık adına ne varsa. Yalnız iyileri değil, sıkıntıları, hüzünleri, yoksullukları da paylaşalım ki kalmasın sahibinde.

Tek kişilik şehir, cumartesi günü tiyatroya gittim. Güncel bir konuyu anlatıyordu oyun. Teknoloji hayatımıza geldi geleli, insanların evlerine kapandıkları, sosyal olmaktan uzaklaştıkları ve sonuçta takıntıları gelişmiş bireyler ortaya çıktığı sergilendi. Yıllarca bilgisayar ekranından yazışmış ve birbirlerine hayatlarıyla ilgili birçok özelliği anlatmış insanlar karşı karşıya gelmekten korkuyorlar, komşu komşusunun yüzüne bakmıyor, uzaklara tatile gidiyorlar. Orda tanışıyorlar ki kapı komşularıymış, birbirlerinden çok hoşlanıp görüşmeye karar veriyorlar. Döndüklerinde yine birbirleriyle ilgilenmiyorlar. Yalnızlık ne kadar rahat geliyor ise bir süre sonra da o kadar üstüne geliyor insanların. Nihayet oyuncunun sadece soğuktan korunmak için girdiği restoranda kendisiyle konuşan garsona, hayatının alım-satım işleriyle geçtiğini anlatıyor. Uçak alıyor, Yat satıyor. Ama bunların kendisini mutlu etmediğini anlamıyor, her konuya ne kadar para kazanabilirim diye bakıyor. Yalnızlığını da şöyle anlatıyor "kendimi gıdıklayamıyorum biliyor musunuz diyor." Evde biri olsa da beni gıdıklasa da gülsem.

Üzücü değil mi!

Göz göze bakmayı unutmuşlar, iki çift söz söyleyemiyorlar birbirlerine, güven kaybolmuş, tedirginlik uzayıp gidiyor. İnsan olmanın verdiği özellikleri kullanamayan bireyler sonunda çeşitli umutsuzluklara düşüyorlar. Zamanla teknoloji onları mutlu etmez oluyor. Mutluluk deyince hep eskiyi, anne babalarının genç oldukları ve kendilerinin çocuk oldukları zaman akıllarına geliyor.

Bu kadar zor olmaması lazım. Böyle bir zincir oluştuysa kırmalıyız bu zincirleri, hepimiz aynı bahçenin çiçekleriyiz, niye yalnız yaşamak. Dostlukları pekiştirmek için içten olalım. Sevincimizi paylaşalım, hüzne ortak olalım. Karşımızdakinin gözlerine bakalım. Sıkıntısı varsa anlayabilelim sıkıntısını,
yaşlı teyzem, kaliteli bir insanı anlatırken "gözleriyle konuşuyor" derdi. Güven oluşturmalı, verdiğimiz sözleri tutmalı böylece karşımızdakine değer verdiğimizi belirtmeliyiz.

Hepimiz güzel ruhlar taşıyoruz bedenlerimizde. Ruhlarımızın sosyalleşmeye ihtiyaçları var. Dinleyebilen, konuşabilen, aklıyla uzlaşabilen insanlar olarak yaratıldık. Yaratılmışların en gözdesiyiz, kullanalım bize verilmiş güzellikleri, ahlaklı yaşayalım ki hem özgüvenimiz sağlam olsun. Hem geçmişe hem de geleceğe gülümseyerek bakabilelim.

İşte böyle, yeni yıl dediğimde aklıma hep yaptıklarım-yapmadıklarım gelir. Muhasebe zamanı. Yaptıklarımdan pişman değilsem bile, şöyle yaşasaydım dediğim de olur.

Gelin BU YENİ YIL mutlu olacağımız, herkesin sağlığını isteyerek, birbirimizin artısını-eksisini kabul edip geliştirecek şekilde yaşayalım.
MUTLU YILLAR

28 Aralık 2007 Cuma

"BAYRAM'DA HACI BAYRAM"

İstanbul'u, Fâtih Sultan Mehmed Hanın fethedeceğini müjdeleyen büyük velînin adı Nûmân bin Ahmed bin Mahmûd, lakabı Hacı Bayram-ı Veli'dir. Ankara'nın feyz kaynağı olan kabri ve türbesi, Hacı Bayram Câmii kıblesinde ziyâretgah olarak Hakk rahmetini uman gönüllere açıktır.

Nûmân, küçük yaşından îtibâren ilim tahsîline başladı. Ankara'da ve Bursa'da bulunan âlimlerin derslerine katılarak; tefsîr, hadîs, fıkıh gibi din ilimlerinde ve o zamânın fen ilimlerinde yetişti. İlim alanındaki gelişmelerine rağmen ruhunun sıkıntılarından kurtulmak istercesine bir alime ihtiyaç duyuyordu.

Nitekim bir gün dersten çıktığında yanına birisi geldi ve; "Ben Şücâ-i Karamânî'yim. Kayseri'den senin için geliyorum. Sana bir haberim ve dâvetim var." dedi. "Beni Hamîdeddîn-i Velî hazretleri gönderdi ve; "Git Engürü'de (Ankara'da) Kara Medresede Nûmân adında bir müderris vardır. Ona selâmımı ve dâvetimi söyle. Al getir. O bize gerek..." dedi.

Müderris Nûmân bu sözleri dinler dinlemez; "Baş üstüne, bu dâvete icâbet lâzımdır. Hemen gidelim." diyerek müderrisliği bıraktı. Şücâ-i Karamânî ile Kayseri'ye gittiler. Kayseri'de Somuncu Baba diye meşhûr Hamîdeddîn-i Velî ile bir kurban bayramında buluştular. O zaman Hamîd-i Velî; "İki bayramı birden kutluyoruz." buyurarak, Nûmân'a Bayram lakabını verdi.

Fatih Sultan Mehmet Han'ın öğretmeni olan Akşemseddin'i Hacı Bayram Veli yetiştirmiş, ömrünün sonuna kadar da birçok öğrencisi olmuştur.

Hacı Bayram-ı Velî kendisinden nasihat isteyen Fatih Sultan Mehmet Han'ın babası Sultan Murâd Hana şöyle dedi:

"Tebean içinde herkesin yerini tanı, ileri gelenlere ikrâmda bulun. İlim sâhiplerine hürmet et. Yaşlılara saygı, gençlere sevgi göster. Halka yaklaş fâsıklardan uzaklaş, iyilerle düşüp kalk. Hiç kimseyi küçümseme ve hafife alma. İnsanlığında kusûr etme, sırrını hiç kimseye açma, iyice yakınlık peydâ etmedikçe, kimsenin arkadaşlığına güvenme. Cimri ve alçak insanlarla ahbablık kurma. Kötü olduğunu bildiğin hiçbir şeye ülfet etme. Seninle başkaları arasında bir toplantı akdedilir veya insanlarla aranızda bâzı beseleler görüşülürse, yâhut onlar bu meselelerde senin bildiğin hilafını iddiâ ederlerse, onlara hemen muhâlefet etme. Sana bir şey sorulursa, ona herkesin bildiği şekilde cevap ver. Sonra bu meselede şu veya bu şekilde görüş ve delillerin de bulunduğunu söyle. Senin bu türlü açıklamalarını dinleyen halk, hem senin değerini, hem de başka türlü düşünenlerin değerini tanımış olur. Sana bu görüş kimindir? diye sorarlarsa, fakîhlerin bir kısmınındır, de. Onlar, verdiği cevâbı benimserler ve onu sürekli olarak yaparlarsa, senin kadrini daha iyi bilir ve mevkiine daha çok hürmet ederler.

"Seni ziyârete gelenlere ilimden bir şey öğret, böylece faydalansınlar. Herkes, öğrettiğin şeyi belleyip tatbik etsin. Onlara umûmî şeyleri öğret, ince meseleleri açma. Onlara güven ver, ahbablık kur. Zîrâ dostluk, ilme devâmı sağlar. Bâzan da onlara yemek ikrâm et. İhtiyaçlarını temin et. Onların değer ve îtibârlarını iyi tanı ve kusurlarını görme. Halka yumuşak muâmele et, müsâmaha göster. Hiçbir kimesye karşı bıkkınlık gösterme, onlardan biri imişsin gibi davran."

Ankara'da yetişmiş bu alimin türbesini ziyaret etmek istenirse, Ulus Hükümet Caddesinden ilerlediğinizde Ankara Vali Konağının doğusunda çevresindeki geniş alanla kendini fark ettiriyor.

6'ncı yüzyıldan kalma kalıntılar karşılıyor önce sizi,
Biraz ilerleyince Hacı Bayram Veli Cami ve sağındaki türbeyi görüyorsunuz.
Sağ tarafta güvercin yemleme yerleri var,


















Sol tarafa da bakarsanız, çarşıyı görürsünüz, hac malzemeleri, dini kitaplar, seccadeler, örtüler, kokular, otantik kıyafetler,
Bayramda başka bir telaşlı ve daha kalabalık, Hacı Bayram'da bayramı yaşamak insanlarda töre olmuş, bayramda çocuklarıyla orada olmak onlara huzur veriyor. Esnafında yüzü gülüyor bu günlerde.

Gezme konusunda ufkunuz genişse daha çok yer var gezecek,

sağlıcakla...

26 Aralık 2007 Çarşamba

Allah her canlıya layık olduğu cevheri verdi. Eğer tırtıl iki diş bulabilseydi tüm ormanı yerdi. Kedi de haftata bir uçabilseydi ormanda kuş kalmazdı.

20 Aralık 2007 Perşembe

BAYRAM TADINDA


Bayram Tadında bayramlar diliyorum, hani şu büyüklerin ellerinin öpüldüğü, çocukların sevindirildiği, çocukların bir yığın olup ev-ev, kapı-kapı şeker toplamaya çıktıkları ve bazı evlerden ellerinde mendiller, plastik toplar, sakızlar ve şekerlemelerle dönüp geldiği ve o günü mutlu geçirdiği,

Komşulara ziyarete gidildiği ve her gittiğin evde kurban eti ikram edildiği, bu kadar ilgi alakadan sonra komşu çocuklarıyla birbirimizi kardeş sanışımız...

Çok uzaklarda değildi bunlar, şimdi yok gibi, yada şekil değiştirdi. İnsanlar daha bireysel yaşar oldular. Bir düşünür demiş ki, "Hayal ettiğin yerler asla yok olmazlar" Evet ben de hayal ediyorum. O günler şimdi varmış gibi, şu an ve gelecek yıl da yaşayacakmışız gibi. Dedim ya "BAYRAM TADINDA".

Bayram tadında cıvıl cıvıl mutluluklar, herkese sağlık sıhhat, başarı, sevinç ve neşe diliyorum. Bayramınız kutlu olsun.

Nilüfer Çiceği

17 Aralık 2007 Pazartesi

DOSTLUK



Biz haber etmeden haberimizi alırsın,
yedi yıllık yoldan kuş kanadıyla gelirsin.
Gözümüzün dilinden anlar, elimizin sırrını bilirsin.
Namuslu bir kitap gibi güler, alnımızın terini silersin.
O gider, bu gider, şu gider, dostluk,
Sen yanıbaşımızda kalırsın.

Nazım Hikmet RAN

16 Aralık 2007 Pazar

HAYYAM



Bilge, yüce varlığın seyrine dalar;
Gafil ise onda dostluk düşmanlık arar.
Deniz, deniz olduğu için dalgalanır,
Çöpe sor, hep onun içindir dalgalar.

Ömer Hayyam

10 Aralık 2007 Pazartesi

ÖZGÜRLÜĞÜM BENDE KALSIN



İyiyi kötüyü kendim seçebilmeliyim, kimse benim yerime karar vermemeli, hatta fikrini bile söylememeli, her varlığın özgür alanı olmalı ve o özgür alana saygı duymalı herkes.

İstemiyorsam istemiyorum demeliyim, üzüldüysem üzüldüm, mutluysam mutluyum demeliyim.

Bana yakıştırılanı seçmek zorunda değilim, beni mutlu edeni seçmeliyim. Bu herkes için geçerli. Belki bizi sıradanlıktan da korur. Herkes aynı bilindik düzeni yaşarsa ne farkımız kalır birbirimizden. Bir yelpaze görevini yapabilmek için tüm parçalarına ihtiyaç duyar. Her parçası ayrı renk bir yelpaze düşünün, her biri birbirinden renkli, ama birbirinden ayrı değil, birbirleriyle tutunmuşlukları hepsinin faydasına, ne muhteşem bir görüntü, ve ne faydalı bir iş.

Değişik olma fikri birçoğumuza aykırı gelir, ama ben uzun zamandır, farklı olanı aynı olanlardan daha çok seviyorum. Kendinden olduğu için,

Toplum yargıları vardır, aynı kuralları uygular, aynı evet'lere evet der, kendine benzemeyenleri kendinden saymazlar. Birlikte hareket eden, aynı hayatı paylaşan, aynı yollardan geçen ve birbirinin benzeri hayatları yaşayan.

Değişim rüzgarı insanların üzerine soğuk eser çoğunlukla, tedirgin olur insanlar yeniliklerden, düzenlerinin bozulmasından, gelenin gideni aratmasından,

Korkularımız olmasa ne umulmadık yenilikler yaparız kim bilir. Sınırları kendimiz çizip, sonra da bu sınırlardan çıkamadığımızdan yakınırız, bir an da durup sormayız kendimize bu sınırlar nedir, nerden geldi diye.

İnsan yeniliklerin, farklılıkların peşine düştümü bir defa, aklından o sınırdan bir an önce çıkmak, bütün bilinmedik farklılıkları keşfedip hayatına uygulamak istiyor. Ne kadar içten ve doğal bir istek.

Gelin kendi çizdiğimiz sınırları silelim şimdi. Tamamen de kuraldışı yaşamak değil dileğim, yalnız beynimizin içindeki sınırlamalara dur demek.

Hani bir söz vardır. "Yaşamak için yemek mi?, Yemek için yaşamak mı?" Yaşamak için yemeyi seçersek, bence bu dünyadan çoğunu almak bencilliği yerine, yeteri kadarını almak ve kalanını vermek fiili gerçekleşecek.

Düşüncelerdeki sınırları sildik, az ile mutlu olmayı öğrendik, eee ne kaldı o zaman yapacak.

Elbette yeni fikirler ve yeni fikirleri hayata geçirmek. Bu ihtiyacımız olmadığı halde bazı eşyalarımızı ihtiyaç sahiplerine ulaştırmak fikri olabilir, bir gün yaşlılar yurdunu ziyaret olabilir. Bir gün ördüğümüz bir atkıyı kimsesiz bir çocuğun boynuna dolamak olabilir. Bir düşününce yapabileceğimiz olumlu onlarca iş var.

Hadi ne duruyoruz başlayıverelim sevdiğimiz bir işin ucundan...

Mutlulukla kalın,


9 Aralık 2007 Pazar

olmayan hile ile olmaz hiç



Olmayan, hile ile olmaz hiç,
Olan olur ancak.
Olacak ta vaktinde olur,
Cahil olanın işi ne zordur!

Anonim

7 Aralık 2007 Cuma

-Hayyam-

Bu uçsuz bucaksız dünya içinde, bil ki,
Mutlu yaşamak iki türlü insana vergi;
Biri iyinin kötünün aslını bilir,
Öteki ne dünyayı bilir, ne kendini

Ömer Hayyam

6 Aralık 2007 Perşembe

"küçük prens"

Küçük Prens
Antoine de Saint Exupery (1900-1944)
(Fransız Pilot ve yazar)

Okura yaşamdaki en iyi şeylerin en basit şeyler olduğunu, gerçek zenginliğin başkalarına birşeyler verebilmek anlamına geldiğini hatırlatan BÜYÜKLER İÇİN yazılmış bir ÇOCUK MASALI'dır.

Baş ucu kitaplarımdan biri olan "KÜÇÜK PRENS" kitabından beni etkileyen bir bölüm yazıyorum şimdi size...


Küçük Prens tilkiye rastladı ona oynayalım dedi. O da ben seninle oynayamam evcil değilim dedi.
Tilki : Sen bugün benim için binlerce küçük çocuk arasında bir çocuksun, seninle bir alışverişim yok. Senin de bana ihtiyacın yok. Ben de senin için binlerce tilki arasında bir tilkiyim. Ama beni evcilleştirirsen birbirimize bağlanırız, benim sana, senin de bana ihtiyacın olur. Ben senin için dünyada biricik tilki, sen de benim için dünyada biricik çocuk olursun.

- Anlamaya başlıyorum, dedi küçük prens Bir çiçek var... O beni evcilleştirdi, sanıyorum.

Tilki : Tavukların hepsi birbirine benzer. Ama beni evcilleştirirsen, hayatım aydınlanmış gibi olur. Hiç kimseninkine benzemeyen bir ayak sesi tanımış olurum. İnsanların ayak sesi beni ürkütür; duyar duymaz, toprak altına sığınırım. Senin ayak sesin ise, tatlı bir türkü gibi, beni toprak altındaki deliğimden çıkaracak. Sonra bak, orada buğday tarlalarını görüyor musun? Ekmek yemediğimden, buğdayın benim için değeri yoktur. Buğday tarlası bana hiçbirşey hatırlatmaz. Yazık değil mi? Ama senin saçların buğday sarısı. Beni evcilleştirdiğin zaman, ne güzel olacak, buğday bana senin saçının rengini hatırlatacak. Buğday tarlasında esen rüzgarın sesini de seveceğim.

- Küçük Prens, seni evcilleştiririm ama çok vaktim yok. Dostlar edinmeliyim, birçok şeyler öğrenmeliyim.

Tilki : - Yalnız evcilleştirdiğin şeyi öğrenebilirsin. İnsanlar öğrenmek için vakit bulamaz oldular. Satıcılardan her şeyi hazır satın alıyorlar. Dost satan satıcı olmadığı için de, dostsuz kalıyorlardı. Bir dost istiyorsan, beni evcilleştir.

-küçük prens;

-seni evcilleştirmek için, ne yapmalıyım? diye sordu.

Tilki, Sabırlı olmalısın. Önce çayırda benden biraz ötede otur. Ben seni yandan şöyle bir süzüveririm. Sen de birşey söylemezsin, konuşmak birçok anlaşmazlıklara yol açar. Her gün biraz daha yakın oturursun bana...

Küçük Prens ertesi gün yine geldi.

Tilki: -Keşke aynı saatte gelseydin, dedi. Her gün aşkam dörtte gelirsen, saat üçte sevinmeğe başlarım. Vakit geçtikçe, mutluluğum artar. Tam dörtte heyecanlanmağa, merak etmeğe başlarım. Böylece mutluluğun değerini anlarım. Ama her gün başka saatte gelirsen, seni karşılamak için, ne zaman "yüreğimi hazırlayacağımı" bilemem.. Töre lazım insana.

- Küçük Prens:
-Töre nedir? diye sordu:

Tilki:
-Töre de unutuldu gitti. Bir günün öbür günlerden, bir saatin öbür saatlerden farklı olması için töre lazım.

Küçük prens tilki'den ayrılırken Tilki ah etti ve ağlayacağını bildirdi.

-Küçük Prens de beni evcilleştir diye sen istedin söyle ne kazandın dedi Oda -
- Çok kazandım, dedi. Buğdayın rengini bir düşün. Sonra da-Git, bir daha gülleri gör. Onlara bakarken, senin gülünün dünyada biricik olduğunu anlayacaksın.

-Küçük Prens;
-Siz benim gülüme hiç benzemiyorsunuz. Siz hiçsiniz, dedi. Kimse sizi evcilleştirmedi, siz de kimseyi evcilleştirmediniz. Benim tilkim gibisiniz. Eskiden oda binlerce tilki arasında bir tilkiydi. Ama ben onu dost edindim, şimdi dünyada biriciktir. Güzelsiniz ama boşsunuz, kimse size canını feda etmez. Rasgele biri benim gülümü görse size benziyor sanır. Ama o tek başına sizin hepinize bedeldir. Çünkü ben onu suladım, cam şişeyle örttüm, parmaklıklarla korudum. Onun uğruna tırtılları öldürdüm (ama hepsini değil, tabii, iki üç tanesini bıraktım, kelebek olsunlar) Onun övünmelerini, dert yanmalarını, ikide bir susmalarını dinledim çünkü o benim gülümdür.

Sonra tilkinin yanına döndü:

-Hoşçakal dedi.

-Güle güle git. Sırrımı sana söyleyeyim, çok basit: İnsan en iyi gönül gözüyle görür. İç yüzünü göz sezemez, gönül sezer. Gülünün değeri ona verdiğin emekle ölçülür. Evcilleştirdiğin her şeyden sorumlusun, ömrünün sonuna kadar. Gülünden sorumlusun...

-Küçük Prens, yıldızlar görülmeyen bir çiçek yüzünden güzeldir dedi.

-Evet, dedim küçük prens'e , ev olsun, yıldız olsun, çöl olsun, güzelliği gözle görülmez, bir sır gibi içinde saklıdır.

-Küçük Prens uyudu kollarımda ve ben "Bu gördüğüm bir kabuktur sadece, en önemlisi gözle görülmez..." diye düşünüyordum. Kollarımda taşıdığım bu küçük varlık bana neden bu kadar heyecan veriyor, diye düşünüyordum. Bu çocuk bir çiçeğe sadıktı, çiçeğin imgesi uyuduğu zaman bile, içinde bir alev gibi parlıyor. Küçük prensin bir alev kadar geçici olduğunu seziyordum.






"ODUR ANCAK"

" Neyin üstüne titriyorsan bil ki değerin,
odur ancak;
İşte bu yüzdendir ki aşık'ın gönlü,
Arş'tan da üstündür ... "

Mevlana "Divan-ı Kebir"

29 Kasım 2007 Perşembe

BEN NE YAPARSAM YAPAYIM?



Hastaneden dönüyordum. Aklımda binbir düşünceyle, araçtan indim serin esen rüzgarı yüzümde hissederek yürüyordum. Düşüncelerimden midir nedir başımı aşağı eğmiş asfaltın gözlerimden kayan gri renginden sıkıldığımı anlayıp başımı kaldırdım. O sırada mavi konut sitelerinin önünden geçiyordum. Karşıdan ağlamaklı yüzlü tanıdık birinin bana baktığını hissettim.

Neden sonra kendimi toplayıp arkadaşımı tanıdım. Meğer uzun zamandır kendisini rahatsız eden apandisitten ameliyat olmuş annesiyle evlerine dönüyorlarmış. Merhabalaştık sonra görüşmek üzere geçmiş olsun dileklerimi iletip ayrıldım.

Aradan bir buçuk ay geçti ve arkadaşım işe başladı. Uzun zamandır görmediğim arkadaşımı özlemiştim. Birlikte eve dönüş yolunda uzunca sohbet ettik.

Bana ametiyata nasıl hazırlandığını, ameliyattan önce nasıl korktuğunu, ameliyattan sonra ise kendisini ruhsal olarak daha yorgun ve stresli hissettiğini söyledi. Annesinin var olduğuna ve yanında oluduğuna çok sevindiğini belirtti.

"Annem olmasaydı. Bu ameliyat sonrası lavaboya bile gidemeyecektim. Ameliyat sonrası çıkan rahatsızlıklarımda bana çok yardımcı oldu." Dedi. Aklıma annesi hakkında anlattığı olaylar geldi. Annesi yıllar önce trafik kazası geçirmiş ve uzun zaman yatalak olmuştu. Ve arkadaşım annesinin devam eden ameliyatları sırasında kendisine mümkün olduğunca iyi bakmış ve annesi vücudunun sağ tarafındaki tüm kırıklarından iyileşerek kurtulmuştu. Annesini yeni tanıdım ve kendisi o kadar sağlıklıydı ki zor bir kazanın izlerini taşımıyor gibiydi.

Dedim ki; sen de annene iyi bakmıştın. Sen de ona çok iyi bakmamış olsaydın, bugün bu kadar sağlıklı olmayacaktı.

Durdu ve söylediklerimden rahatsız olmuşcasına yumuşak ve ikna edici sözlerle bana " Ben birşey yapmadım ki, Eğer Allah onu iyileştirmeseydi BEN NE YAPARSAM YAPAYIM annem asla iyileşemezdi. O diledi ve bana da ona bakma gücü ve kuvveti verdi. " dedi.

Kendimden utanmıştım. Hatta biraz da kızmıştım. Ben arkadaşımın annesine yaptığı yardımların güzelliğini kendisine söylemek ve onu mutlu etmek istemiştim.

"Allah İyileşmesini dilemiş, sen de elinden geleni yapmışsın ve böylece annen şu anda daha sağlıklı" demeliydim sözlerimin başında,

Sustum ve yaptığım hatayı kabullendim. İçimden annesini onu Yaratan'ın iyileştirdiğini bilsem bile sözlerimdeki bıraktığım boşlukları doldurmadığıma üzüldüm.

Ve yine bir daha kendi kendime söz verdim ki...

Allah dilemezse HİÇ BİR ŞEY GERÇEKLEŞMEZMİŞ,

Bu olguyu içimde BİLEBİLMEM, BİLDİĞİMİ YANSITMIYORDU. Karşımdakinin anlayabilmesi için BİLDİKLERİMİ söze dökmeliydim.

Bütün yanlış anlaşılmalarımdan önce DÖNÜP BAKMAYI DİLİYORUM SÖYLEDİKLERİME...






28 Kasım 2007 Çarşamba

-BİZİM YUNUS!

Er odur alçak dura,
Ayak odur yola vara,
Göz odur ki HAK'kı göre
Gündüz gören göz değil

YUNUS EMRE

25 Kasım 2007 Pazar

=YAPMADIĞIM ŞEYLER=

Anımsıyor musun yeni arabanı
ödünç alıp çarptığım günü?
Öldüreceğini sanmıştım beni, öldürmedin oysa,
Anımsıyor musun seni zorla sahile götürdüğüm,
Yağmur yağacağını söylediğin ve
Yağmurun yağdığı günü?
"Söylemiştim sana" demeni beklemiştim, demedin oysa,
Anımsıyor musun kıskandırmak için seni
başka oğlanlarla konuştuğum ve
Senin kıskandığın günleri?
Terkedeceğini sanmıştım beni, terketmedin oysa,
Anımsıyor musun çilekli pasta düşürüp
arabanın paspasını kirlettiğim günü?
Tokatlayacağını sanmıştım beni, tokatlamadın oysa,
Anımsıyor musun dansın resmi giysili olduğunu
söylemeyi unuttuğumu ve
senin kot pantolonla geldiğin günü?
Bırakacağını sanmıştım beni, bırakmadın oysa.
Evet yapmadığım çok şey vardı.
Ama dayandın bana, sevdin beni
Ve korudun beni.
Çok şey vardı
benim de senin için yapmak istediğim.
Vietnam'dan döndüğünde,
DÖNMEDİN OYSA.

Alıntı

20 Kasım 2007 Salı

İÇİMDEKİ ÇOCUĞU BÜYÜTEMEDİM !


Ne zaman durgun bir hayata geçip rahat etsem, içimdeki şımarık çocuk çıkıyor günyüzüne, sırnaşık bir kedi gibi ayaklarıma dolanıp, bütün şirinliğiyle yüzüme bakıp yeni birşeyler yapmak için izin istiyor benden.

Ne bileyim, onla yaşamak güzel, ne zaman kendi kendimi mutsuz ve durgun hissettiğimde karşıma çıksa, ne yapıp edip beni mutlu ediyor, ne yazık ki olayların başını düşünen bu çocuk sonunu düşünmüyor işlerin nedense...

Tam bir tepki vereceğim, içimdeki çocuk çıkıyor, kızacaksam gülüyorum, konuşmayacaksam oturup binbir espriyi peş peşe sıralıyorum. Yaptıklarımın farkına varıp ona kızacak oluyorum, ne yapıyor biliyor musunuz ? Seni yalnız bırakırım BAK MUTSUZ OLURSUN! diyor. HADİ İSTERSEN BIRAK,

Siz de içinizdeki çocuğu dinliyor musunuz, ya onu dinleyip kendinizden beklemediğiniz yaramazlıklar yapıyor musunuz.

Abant gezisindeyidim. Gölün kenarına kurulmuş ahşap piknik masalarına oturmuş aşçımızın bizim için hazırladığı yiyecekleri bekliyorduk. Bu arada bol yeşillikli salatalarımızı tuz ve limonla yemeye hazırlıyor, ayranlarımızı bardaklarımıza dolduruyorduk. Neva adlı grubumuzun minik güzel ve şirin kızı da etrafımızda dolanıyor çeşit çeşit oyunlarıyla bizim ilgimizi üzerine çekmeye çalışıyordu. Sonbaharın açık kahve sıcaklığıya gözlerimiz yerlere uçuşan yapraklara bakıyor, güneşin göz kırpışlarını bir karnavala benzetiyorduk. Hepimiz soğuktan üşümüş ve gelecek yiyeceğimizin sabırsız telaşı içindeyken Neva'nın kucağında solmuş yapraklarla yanımıza yaklaştığını gördüm. Aklımdan geçeni yapacağını sezinler sezinlemez, içimdeki çocuk da Neva ile birlikte kollarını açtı. Kucağındaki yapraklar masamıza, salatalarımızın yanına, ayran bardaklarının dibini düştü, Onla birlikte bir kahkaha da ben attım. Kimse kızamadı bile, üstelik o küçük kucağındaki bi dolu yaprak da kimsenin yiyeceğine gelmedi. Şayet gelseydi bile ona asla birşey demeyecektik. Zaten bizi ölçer gibi durdu ve baktı. Hep bir ağızdan "doğa temizdir" dedik. Neva durur mu bunun üzerine tekrar gitti ağaçların dibine, peşinden de anneannesi, bizim yanımıza getirmedi Neva'yı ama başından aşağıya da gazelleri döktürdü.


İşte böyle, bazen kendi hayatımın üzerinden gazelleri döküveriyorum. Neş'eyle başladığım oyunuma, hüzün kuşları uğruyor ara sıra, yine de şımarıklıktan geri kalmıyor ruhum, bilmem ne zaman büyüyeceğim...


12 Kasım 2007 Pazartesi

İNSANIN ARADIĞI


Kayıp bir dünyaydı sevgisiz insan, her canlı sevgiyle gelmişti bu dünyaya, sevgiyi kaybettiğinde düşman oluyordu, öfke duyuyordu, hırslanıyordu. Kendini değersiz hissediyordu. Yalnız olduğunu düşünüyor hayatın anlamını bulamıyordu.

Sevdi mi oysa, kızamıyordu bile eli kolu yanına düşüveriyordu. Ya gülümsüyor, ya çekip gidiyordu karşısındakini kırmamak için.

Gönül almalı, sevgi olması için, GÖNÜL VERMELİ demiyorum. Gönül Almalı, bir küçük gülümseme, bir iyi olduğunu sorma, bir selam yollama, bir hediye verme, birlikte mutlu bir zaman geçirme hepsi bu...

Çalışma ve dünya düzeni içinde geçen gürültülü ve yorucu hayatın billur damlaları bunlar

Sadi demiş ki, kızdığın zaman insanları kırma; bir tahtı kırmış olabilirsin, ama parçalarından bir taht yapamazsın.

Susanna Tamaro Anima Mundi (Dünyanın Ruhu) adlı kitabında diyor ki, "İnsanoğlu tembeldir", bir yere gidilecekse, her zaman en kısa yolu seçer, Kötülüğe ulaşmak için elini uzatmak yeter, oysa iyilik yapmak için bir çaba gerekir."

Bir düşünün iyilik yapmak için zorlukları aşmak mı lazım. Yok, bence öyle değil insanın içinde iyi de var kötü de önemli olan hangisini öne çıkardığın. Bir insan tanıyorum, nedendir bilmem ama, ya sevgisiz bir ortamda büyüğünden, ya da bilincini geliştirmediğinden çevresinde kim varsa diliyle onları didiklemeye, sanki hıncını alırcasına onları zayıf yönleriyle yıpratmaya çalışıyor. Ne kazanıyor dersiniz YALNIZLIK, kırdığı kalplerin cabası kendine yalnızlık olarak dönüyor. Böyle çok insan var çevremizde inanın. Birinin hoşuna gitmeyecek bir durumunu başa kakarcasına ulu orta söyleyen bir insan ne kadar sevgi doludur ya da ne kadar mutludur bilemiyorum. Eskinden olsa böyle insanların bu davranışlarıyla mücadele eder. Onları topluma sevilmeye layık insanlar olarak eğitmek için hayatımı harcardım. Ama Şimdi inanın mecalim yok. Biraz yaşananların yorgunluğu biraz da şu düşüncem var ki, her insan kendi OLGUNLUK yolunu kendisi yürüyor, anlayacakları günleri kendileri yaşayacaklar, ben şimdiden onlara şu davranışın yanlış dediğimde beni anlamıyorlar, kendileri yaşayıp görmeliler kim bilir.

Yine Susanna Tamaro'nun bir sözünü sunacağım, "Saygısız, sevgisiz insanoğlu, elleri kan içinde dünyanın içinde koşuşturan bir koca maymundan farksızdır" diyor.

Öyle değil mi, sevgiyi tanımak üzere içimizde onunla yaratıldığımızı unutarak, insanları üzüyoruz, kırıyoruz, biraz daha ileri gidip çıkar savaşlarına giriyoruz.

Bazen hayvanları izlerim de onlar niçin daha çok seviliyor artık, evlerde hayvan besleniyor, insan yerine. Onlar kin gütmüyor da ondan, onlar kötülük düşünmüyor yok yere.

Ne edelim o zaman, kaybetmediysek sorun yok da, bir kayıp varsa sevgi ve saygıdan yana işte o zaman durmalı ve düşünmeliyiz " ACABA BEN NERDE YANLIŞ YAPTIM" diye.

Sevgiyle kalın....


7 Kasım 2007 Çarşamba

3 Kasım 2007 Cumartesi

BİZİM PİZZA


KİM DEMİŞ BEN YEMEK TARİFİ YAZAMAM DİYE...

Arkadaşlarım gözlerimin önünde tarifi uygularlarsa ben de yazarım. Hazırlayan arkadaşımın ellerine sağlık, yiyen ve tüm dünyaya duyuran BEN'imde nice tariflerime inşallah...

PİZZA :

MALZEMELERİ :

HAMURU :

1 Küçük su bardağı süt
1 paket kuru bira mayası
1 tatlı kaşığı tuz ve şeker
Yarım su bardağı sıvı yağ/zeytinyağ
Aldığı kadar un

Yumuşak bir hamur yapılacak, ele yapışmayacak, yoğrulduktan sonra kabarmaya bırakılacak, Tepsi margarinle yağlanacak.

ÜZERİ İÇİN :
Domates, yeşil biber/kırmızı biber, siyah/yeşil zeytin, sucuk, mantar vb. Malzemeler doğranacak

SOSU :
1 tatlı kaşığı biber salçası,
1 yemek kaşığı domates salçası çok az su ile sulandırılacak.
1 tatıl kaşığı kekik ve 1 tatlı kaşığı sıvıyağ/zeytinyağ eklenecek
sarımsak ince ince doğranacak
YAPILIŞI :
Hamur tepsiye konularak el ile açılacak, üzerine sos gezdirilip, diğer malzemeler eklenecek

Isıtılmış fırına kolulacak, malzemeler kızarmaya başlayınca rendelenmiş kaşar peyniri eklenerek fırına sürülecek. Kaşar eridikten sonra fazla kurumadan fırından çıkarılacak SICAK SERVİS YAPILACAAK..








31 Ekim 2007 Çarşamba

BİR GÖL : ABANT


Bir uzaklaşma yaşamak, bir güzellik görmek, üzere düştük yine yollara,
çalışma hayatına öyle çok takılı kalmışız ki, yolda olmak bile, bizim farklı objeler görme yetimizi tetikledi.
Biz günübirlik bir tatile giderken, bir araç da çalışmaya gidiyordu besbelli, objektife yakalanıverdi.

Masmavi gökyüzü, bu toprakların yumurta sarısı başaklarından arkada kalan saplarının oluşturduğu tarlalar, yalnız tarla ağaçları, sabahın dinginliği, güneşin göz kırpışı işte hepsi görmek isteyenlere hazırlanmış bir slayt gösterisi gibi geçiyordu gözlerimizin önünden.

Çocukluğumdan kalma mutlu yol hatıraları canlandı yine. Hiç konuşmadan koltuğuma yaslanıp yanımdan geçip giden güzelliklere takıldım. Daha yakın görüntüler hızla benden uzaklaşıyor. Daha uzaktaki tepeler, dağlar kendilerini uzun zaman bana gösteriyordu.

Varmak istenen yerden önce yol beni mutlu ederdi. Bana sergilediği güzelliklerle, kimi zaman bahar olur, koyunları kuzuları gösterir. Kimi zaman ekin biçilir, tarladan dönülür, kimi zaman yük taşıyan bir hayvan, kimi zaman yüklü bir traktör romörkü, kimi zaman yoldan geçen kazlar, kimi zaman yolun ortasında durmuş bir tarla faresi. Hangisini görmüşsem göreyim, hayatımdaki bu her gün görmediğim değişik görüntüleri görmek beni mutlu eder, bir sonraki gezime kadar bir daha göremeyeceğimi bilir, gözümü ayırmadan beni mutlu eden bu görüntülere bakardım. Bazen uykum gelir, sessizce uykuya dalarken daha nice görüntüleri kaçırdığımı düşünüp yine uyanırdım. Gözümü açtığımda kızılırmağı görür, "tam zamanında uyanmışım, bu görüntüleri uyurken kaçırıp göremeseydim üzülecektim" derdim.

İşte böyleee, eğer yolculuk etmek sizi de mutlu ediyorsa küçük bir gezintiye çıkalım beraber,

Nereye mi, ABANT'a

Gölümüze gelir gelmez arabayla etrafında bir tur attık. Ne muhteşem görüntüler vardı, bir kaçını sizinle paşlaşmak istedim.

Yemyeşil gipür bir perdeyi andıran çam ağaçların yandığını sandım önce, iyice gözlerimi keskinleştirip baktım ki, bir köknar yangınıymış bu,
Meğer köknar ağaçları mu mevsim böyle olurmuş, önce kırmızı, sonra turuncu ve sonra da sarıya dönüşürmüş, görenler alevli bir ateş yanar sanırmış,

Başımızı çevirdiğimizde pırıl pırıl bir ayna göründü gözümüze, bir müddet seyrettik. Kenarda cılız sazlıklar, yanlarında nilüfer çiceği yaprakları, ama çiçekleri yoktu. Onlar baharda açarmış, şimdi dinleniyorlarmış. Gölün sığ kenarından göle baktığınızda dibini görüverecek gibi oluyorsunuz.

Rehberimiz derinliğin 45 metreye vardığını söyleyince şaşırdık. Suya düşen yansımıza bakarken gölün diğer kıyısındaki görülmeye değer yansımayı yakaladık. Yemyeşil çamlar hem göğün hemen altında, hem de hemen suyun içindeydi.

Sonra yürüyerek gezinti yaptık, gölün her gezdiğimiz yerini beğeniyor, birkaç adım sonra başka bir güzel yerini görüyorduk. Arabalarıyla gezmeye gelenler yanımızdan geçiyor, herkes gördüğü güzellikleri durarak fotoğraf makinasına sabitlemeye çalışıyor, profesyonel olanlar gölün daha yakınlarına gidiyor, herkes bu güzelliklerden yakalamaya çalışıyordu.

Tur aşçımız tarafından bizlere hazırlanmış karışık mangal ve salataları oksijenden zengin bu ortamda arkadaş grubu arasında tatmak iştahımızı açtı. Yemekten sonra yol kenarında abant'ın yerli insanlarının düzenlediği fayton turuna katıltık. Göl kenarından böyle dolaşmak Türk Filmlerinden sahneleri kendimiz yaşıyormuşcasına keyiflendirdi bizi.

Eh bulutlar gölün üzerini kaplamaya başlayınca biraz üşüdük tabi, faytoncuların yanındaki ateşe doğru toplandık. Bir de ne görelim bizim için çay yapmışlar, bir bardak çay bizi bu kadar mutlu edemezdi sanırım. Tüm grubun yüzüne gülümseme yayıldı.

Çaylarımızı içtikten sonra yavaş yavaş toplandık, köylü pazarı adı verilen Bolu ve Abant'da üretilen naturel ürünlerin satıldığı pazara gittik. Yeşil abant'ın balları, peynirler, kurutulmuş meyveler, pestiller ne ararsanız bulacağınız bu pazardan herkes istediklerini aldı.

Gözümüz yemyeşil dantel gibi örülmüş çamlardan geçerek, daha çok kuraklığına alıştığımız Ankara'mızın yollarına bağlandı.

Siz de bir gün ferahlamak isterseniz, her mevsim farklı güzellikte olan bu gölümüzü ziyaret edebilirsiniz.

Bir sonraki gezide görüşmek üzere...





22 Ekim 2007 Pazartesi

BU VATAN İÇİN...



Ana kuzuları şehit oldu olalı kurumuyor gözlerimizin yaşı. Güneş parlamıyor, yağmur bizimle ağlıyor.

Babaları diyor ki, bir oğlum var onu da veririm bu vatan için...

İçim sızlıyor dayanamıyorum gençliklerine, ama vereceğimiz sözler çoook.

Kanları yerde kalmayacak, onların arkasında bu vatanın başka evlatları da var,

Öfkemiz caddelere döküldü, kornalara basıldı. Percerelerde geceden bayraklar asıldı. Onlar vatan için canlarını verdilerse bu vatan da onlar için olacak.

Ağlamasın şehidimizin annesi, kardeşi bu vatanın her bir bireyi senin çocuklarındır, kardeşlerindir. Bizler hep bir bütündük zaten, bu kardeş acılarını yaşadık. Daha bir sevdalandık bu toprağa, insanımıza, kenetlendik yüreklerimizden kardeşlerimize,

Şimdi şehitlerimizin kalbi hepimizin yüreklerinde atıyor. Ağlama annesi sevin, senin birçok çocukların var. Senin şehidin gibi kalbi vatan için çarpan milyonlarca cocukların var...




10 Ekim 2007 Çarşamba

HOŞGELDİN - NE GÜZELDİ BİRLİKTE - ELVEDA


İş güç arasıda seninle nasıl olacaktı. Acaba sabırlı olabilecek miydim? Ya sağlığım elverecek miydi?


Acaba'larla başladık 11 ay beklediğimiz Ramazan'a içimizde bir yılın özlemiyle. Birkaç gün geçmeden alışıverdik. Üstelik hastalıklarımız onunla dinginleşti. Kendimiz de.

Günlerin nasıl geçtiğini anlamadık, birlikte efor sarfettik. Başka zaman kolumuzu kıpırdatmadığımız işler yaptık. Yorulmadık bile. Gitmeyi düşündüğümüz ve gözümüzde büyüyen yollara gittik. Ne sıkıldık ne bir sıkıntı duyduk.

Şimdi ayrılığın hüznü buruyor ruhumuzu, bizim için olandan ayrılması zor geliyor besbelli.

İftar telaşı, sahura kalkma ümidi, uyuyup da uyanamama fikri. Ramazandaki bütünlük sevinci, yardıma koşmak... Bütün bu coşku bitecek miydi.


İçimizde söndürülmesi imkansız özlemle daha nice Ramazan'larda Sağlıkla, Sevinçle, Hep Birlikte Neşeyle ve Coşkuyla yeni iftarlar diliyorum.

7 Ekim 2007 Pazar

AT PAZARI !



Pazar pazar ama at nerede demeyin. Geçmişini çok fazla bilmesem de şu anda orada ne at var ne de bir hayvan. Biraz aşağıda da samanpazarı var. Yıllar önce belki satılan ürünlere verilen isim şimdi semt ismi olarak kalmış.

Yıllardır da Ankara Kalesi'nin hemen altındaki bu sevimli yerde binbir çeşit bakliyat ürünleri alıcısıyla buluşmakta.

Ankara'lı olup da Ankara'yı cidden sevenlerin zaman zaman uğradıkları bu mekanda hem nostalji yapıyor, hem alış-veriş yapıyorsunuz.

Üstelik ürünlerin en tazesini uygun fiyata bulmak mümkün. Eh bir de yıllardır gidip geliyorsanız esnaf sizi tanıyor da. Sanki kırk yıllık ahbapları gelmiş gibi davranıyorlar. Dedelerin yıllardır alış-veriş yaptıkları mekana şimdi torunlar geliyor.

Esnaf abi çağırıyor yeni müşterisini karşısına "gel bakalım diyor. sen ilerde büyüyünce pirinci, mercimeği, bulguru nereden alacaksın? Ufaklık biraz düşündükten sonra aklından "market" demek geçse de, gülümseyerek işaret parmağıyla esnaf abisini gösteriyor.

" Demek bana geleceksin, O zaman senin gönlünü almak lazım, burdan ne istersen al ye" demeye kalmıyor. Bizim ufaklık dalıyor otantik çuvalların arasına bir bir elliyor tüm bakliyata, dokunmak demek anlamak demek onun için , bunun için seviyor pazarı. Kırmızı mercimeğin minik toplarını hissediyor minik parmak uçlarında, pirinci avuçlayıp parmak aralarından akıtıyor, hele bir de hemen ağza atılıp yenilenler var, onları da es geçmeden kuru kayısı, hurma, fındık, fıstık, cevizin de bir tadına bakıyor.

Onun bu kıpır kıpır yaramaz sevimliliğini gören bir müşteri yaklaşıyor, tam da herşeyi incelemeyi bitirmişken çıtır leblebiyi soruyor ufaklığa, bizimki bilmem dercesine omuzlarını kaldırıyor. Amcası ona çıtır leblebiyi gösteriyor. Bildiğimiz leblebinin üzeri sosla kaplanmış ve değişik bir tat olmuş. Aklına takılıyor bizimkinin; "BEN ÇITIR LEBLEBİ İSTİYORUM."diyor,

Esnaf amca patlatıyor kahkahayı, hah diyor müşteri oldu şimdi BİZİM MÜŞTERİ . Bir bayram torbasına koyuyor çıtır leblebiyi, satmıyor geleceğin müşterisine Hediye ediyor.
"Benim müşterilerim sadıktır, hep gelirler, burası onlarla şenlenir, sen de büyüyecek bir yuva sahibi olunca diyeceksin ki; gel hanım yeni mahsül çıkmıştır şimdi Ekim'in 10'unu geçtik. Gidelim hem Ankara'nın sıcak mekanlarını bir dolaşalım bir de alış verişimizi yapalım,"

Bizimki gülümsüyor esnafa ve aldıklarımızla dönüyoruz eve...




Eger siz de hem Ankara Kale'sini gezmek dönerken de yeni mahsül ürün almak istiyorsanız bu mekan tam size göre. Gezmeniz dileğiyle...





27 Eylül 2007 Perşembe

KONUŞMAK MI? YOKSA DÜŞÜNMEK Mİ?


Nasrettin Hoca bir gün pazarda dolaşırken, 50 kuruşa bir papağanın satıldığını görür, hemen apar topar evine gelir, kümesten hindisini aldığı gibi pazarın yolunu tutar.

Başlar bağırmaya, hindi "100 kuruş", "hindi 100 kuruş"

Bunu duyan pazarcı esnafı "Pes hocam, bir hindi 100 kuruş eder mi? derler.

Bizim hoca,

''Biraz evvel bir ufacık kuşu 50 kuruşa sattılar, bu etmez mi 100 kuruş'' der.

Ahali de,

"E hoca o hayvan konuşur da ondan 50 kuruşa satılır "


Hoca;

"O hayvan kendini bilmez abuk sabuk konuşur, bu hem dinler, hem düşünür"

( iki dakikada anlatılmış ve beni güldürmüş ve de dinlemenin ve düşünmenin konuşmaktan daha pahalı olduğunu anlatan bu hoş Nasrettin Hoca fıkrasını sizinle paylaşmak istedim.)

26 Eylül 2007 Çarşamba

İLETMEDİKLERİMİZ

Biraz sana dön, anlatmak istediklerinin ne kadarını söyledin. Hepsini mi?, Yarısını mı?, ya da pek azını mı?

İşte ben pek azını söyledim, uzunca zaman. Üzüldüysem yüzümden belli olur, belki de hiç söylemezdim karış tarafa,

Ağladıysam belli etmezdim,

Sinirlendiysem sıkardım dişimi,

Yoksulsam elimde olmayanlardan, istemezdim hiç,

Darıldıysam birine, kendi köşeme giderdim,

Affettiysem bilmezdi kimse bunu,


İşte bu ve buna benzer birçok küçük hikaye...

İletmediklerim BENİ (BEN) olarak tanıtmadı. Ne zaman ki, sıkıldım bu durumdan ve mutlu da olmadım.

Meğer ne zormuş paylaşmamak, iletmemek, söylememek,

paylaşınca anladım. Söyleyince rahatladım. İletince BENİ ANLADILAR.

Şimdi mutlu mutlu gülümsüyorum. Niye mi, paylaştığım için, ve en önemlisi beni dinledikleri ve anladıkları için.

Siz de anlatın kendinizi, paylaşın yaşadıklarınızı, söyleyin üzüntülerinizi & sevinçlerinizi. Paylaştıkça insan İNSAN olmanın muhteşemliğini anlıyor. Hepimizin anlamaktan ziyade karşılıklı anlaşılmaya ihtiyacı var. Herşeyi anladığını düşününce insan bir kişilik mutlu oluyor. Ya anlaşıldığını hissederse bütün insanlardan, BÜTÜN İNSANLAR kadar mutlu oluyor.

Bütün insanların farklı, bütün insanların özel, bütün insanların muhteşem ve mucizevi olduğunu görmek istiyorsanız EVET İSTİYORSANIZ!

Paylaşıma açık olun. Siz bir güzelliği paylaşmak için ağzınızı açtığınızda, diğeri bir başkasını anlatacak size, biri derdini mi açtı, kulak verin ona, belki aynı yoldan siz de geçtiniz. Yolu anlatın ona, bildiğiniz kadar. Ne rahatlayacak ummazsınız bile.

Bir fayda mı buldunuz. Paylaşın. Belki sizin gibi niceleri vardır. Bu FAYDA'dan faydalanması gereken.



Evet şimdilik HOŞÇAKALIN.


Görüşmek Ümidiyle...